Unutmadan, hala it gibi yalnızız. Tek başımızayız. Ne olursa olsun bu hiç değişmeyecek.
[...]
Şu an napıp edip bi ergenliğimi yaşamam lazım. Twitterı bunun için kullanamam çünkü direniş dışı tweetlere izin yok, twitterı normalde de bunun için kullanmıyorum ki. Amaç birinin okuması da değil zaten. İstatistiklere göre bu bloga bu sene içinde giren olmamış. Maksat yazayım da içimde kalmasın. Günlüğüm çok lanetli olduğu için oraya 2 buçuk yıldır tek satır yazmadım. Ne yazarsam yazayım daha kötüsü oluyor çünkü. Gözlem ve deneylerle kanıtladım.
Şu an Türkiye tarihinin muhtemelen Kurtuluş Savaşı'ndan bu yana gördüğü en büyük birlik ve beraberlik sağlanmış halde. Kanlı bıçaklı eski arkadaşım bile aradığına göre insanlar gerçekten farklı hissetmeye ve davranmaya başladı. Ortak bir bilinç oluştu. Kötü olaylar yaşansa da herkes daha mutlu ve heyecanlı gibi görünüyor. Ben de öyleydim. Direnişe gittim, öleceğime veya dayak yiyeceğime kesin inandığım bir an oldu. Bir sürü insanla tanıştım, tanımadığım insanlar bana yardım etti, yeri geldi ben onlara koştum. Bir şekilde birlikte olmayı becerdik ve ağlayarak-gülerek ortaya farklı kafalardan sağlam bir tepki koymayı başardık. Sonu ne olacak bilmiyorum. Direnişe gitmeyi de bıraktım zaten. Nedense o heyecanımı kaybettim. "Bugün gitmicem." diyip 5 dakika sonra dayanamayıp kendimi sokağa attığım gücü bulamıyorum içimde. İtiraf etmek istemesem de, direnişe ihanet olarak görsem de, o kadar dayandık bırakmak olmaz diye düşünsem de sanırım artık bitmesini istiyorum. Çok fazla insan zarar görüyor. Polisler acımıyor ve kimsenin geri adım atacağı yok. Sidik yarışındayız. Hükümetin istifa etmesini, talepleri kabul etmesini bırak polisini çekmesi bile çok zor görünüyor. Hem o kadar slogan atıyoruz da gerçekten istifa etseler ne bok yiyeceğiz, ayrı konu. İlk günler içimdeki vahşi ortaya çıktı ve orada durmak, biber gazından kaçmamaya çalışmak hoşuma gidiyordu. Ama şimdi sürekli gelen ölü ve yaralı haberleri içimi acıtıyor. Bütün bu olaylar olup bittiğinde onlara ne olacak? Fişlenenler, gözünü kaybedenler, sakat kalanlar, psikolojisi bozulanlar. Farkındayım, bırakırsak hiçbir anlamı olmayacak ama bırakmazsak da bu insanlara yenileri eklenecek. Kafamda hala bunun seçimini yapabilmiş değilim. Sanırım yine umutsuzluğa düştüm. Umutlu olmak güzeldi ama. Cilde iyi geliyordu.
Kimsenin şöylece bile girip bakmadığı sade bir blog en iyi depresyon blogudur. Ama depresyonum yok. Heyecanım da yok. Yaşantım son derece spontan ve tahmin edilemez geçse de duygu ve heyecan durumum dümdüz bir çizgide ilerliyor. Neyse ki keyfim yerinde. Depresyonluk durum olursa iletirim blogcum.
Aslnda hafif depresyonluk bi durum var; o da her yerde karşılaşmamız. Yanında çok güzel bi kızın olması falan. Ama gerçek anlamda umrumda olmadığı için gözlerimi ondan kaçırıp Çatı'nın güzel dolmalarına getirince bir şeyciğim kalmıyor. Tek derdim 'acaba yer bulabilir miyiz?' oluyor. Ve o heyecan çizgisi yaptığı küçük atımdan sonra dolmalarla sakinleşip eski düz haline geri dönmüş oluyor.
Heyecan durumumun kabak dolmasına bağlı olduğu bir haldeyken neyin depresyonunu yaşıyorsam?
Hayal kırıklığı hiçbir zaman güzel veya aşk acısı gibi tadı çıkarılacak bir şey olmadı. Şarkıların hiçbiri o gerçekleşmeyen beklentileri güzelleştiremedi. Çünkü ihanetine uğradığın şey duyguların veya bir insan değil bizzat kendi mantığındı. Mantığın ise hiçbir beklenmedik ve etkileyici yönü olmadığından çöküşü de diğerlerinden daha bir kuru oluyor. Birazcık daha fazla koyuyor.
5 sene içinde niye bu kadar hatıra biriktirdim anlayamıyorum. Ortaokulda da böyleydi ama o koca koca hatıra dosyalarını kaybedince içeriklerini de unuttum. Ama şu anda kaybedemeyeceğim yerlerde, unutamayacağım miktarda hatıra var. Hepsi de çok güzel. Tamam hepsi güzel değil belki ama bir şekilde tatlıya bağlanınca her şey güzelmiş gibi kalıyor zihnimde. Onun çalışma şekli böyle. Ne yapsam bilmiyorum. Günlük yazmayı bırakmak çok iyi bi çözümdü ama blog yazmayı da bırakmam gerekiyor. Beceremiyorum ki illa kaydedilecek bir yerlere. Niye böyleyim onu da bilmiyorum. Bırak yaşa di mi, bırak akıp gitsin; niye illa hatırlayacağım, yorumlayacağım derdindesin. 'Hatalarımdan ders çıkarıyorum.' gibi mükemmeliyetçi bir sebebim olsaydı tamam, belki. Ama hatalardan ders çıkarma gibi bir alışkanlığım yok, olsa bile yaptığım hatayı bir kere daha yapacak fırsat pek geçmiyor elime. Hep daha yeni hata fırsatları, yeni şeyler. 50den sonra sanırım yaşadıklarım işime yaramaya başlayacak, tekrara döndüğümde. Harcadığım insanlara çok üzülüyorum be blog. Çok haksızlık yaptım birkaç kişiye. Artık arayıp görüşmek için yüzüm yok. O yüzden benden "yüzüm yok ama kusura bakma" diye birisi af dilediğinde hiç kızmıyorum. Çünkü aynı şeyi ben korkaklığımdan yapamıyorum. Sanırım bu yüzden her şeyi kaydetme derdinde takıntılı bi beynim var. Her şeyi unutabildiğim için. O harcadığım insanlarla aramda geçen güzel şeyleri unutabildiğim için bu kadar umursamaz olabiliyorum. Onlar unutmuyorlar ama.
Öbür dünya varsa ve ben oraya gidersem (peki ya ölümsüzsem? o zaman ne yapacağız?) kırdığım kalpler için gerçekten korkuyorum. Korkum; yanarım, kavrulurum, Seyfettin Hoca'nın alevden dağlarında yuvarlanırım korkusu değil. Fiziksel acı kırılmış bir kalbin acısını ne kadar karşılayabilir ki? Olmaz bence öyle. (Sonsuza kadar ygs sorusu tartışmak uygun bir ceza olabilir ama. Hem fiziksel hem beyinsel acılar yaşatıyor.)
Şimdi durup dururken niye böyle bir yazı yazma gereği duyduğumu da bilmiyorum. Ders çalışıyorum ama. Kaytarmıyorum yani. Kafamı havalandırmamı sağlayan tek şey internet olunca eş dost ders çalışmıyorum sanıyor doğal olarak.
Klipleriyle ve giyimleriyle gelmiş geçmiş en tumblr gurubu olan The Pierces ile ergenliğime ergenlik katıp daha da böyle şeyler düşünmek istemiyorum. Okhuyom ben ya ve sınava az zaman var.
Vicdan azabı da olmasa ne güzel olucak.
Derin uykuya geçmeden hemen önce bir yere düşmüş gibi hissedip irkilerek uyanmalar vardır. Benimki nedense bi ipe tutunmuşken duvara çarpmışım gibi oluyor. Hayır bunu duygusal birşeye bağlamayacağım. Muhtemelen atalarım sarmaşıklarla dolaşmayı beceremeyen maymunlardı ve sonunda vazgeçip insanlaştılar. Çarptıkları anda hissettikleri şeyler de genlerine işledi ve tam ben uykuya dalacakken devreye girip atalarıma dair şeyler düşünmeme sebep oluyorlar.
Bağımlılık yapanlar listeme 2 yeni madde ekledim.
Şikayet etmek ve bahane üretmek. Söz konusu bu ikisi olunca yaratıcılığımın sınırlarını zorluyorum. Klişe laf en doğrusu "kendini kandırırsın." Çünkü o art arda sıraladığım bahanelere bir süre sonra inanmaya başlıyorum ve olumlu bir durum varsa bile o kendi kendime inandırdığım bahaneleri aklıma getirip engel yaratıyorum. İşin kötü yanı bu bilinçli olmuyor. Mutlaka bir adı vardır, kendi kendime ket vuruyorum ve bunu inanarak yapıyorum. Farkına vardıktan sonra şikayet ve bahaneyi yavaş yavaş bırakmaya çalışıyorum yoksa annem delirecek zaten.
Bazı fotoğraflar çok şey. Nasıl desem bilemedim. Yani. Bir sürü insanın farklı farklı bir sürü fotoğrafı ama benim gözümün gördüğü tek kişi var. Ve ne bileyim o an fotoğrafa bakıyor olmak. Ekrana. Ben çok kötü hisler içindeyim, kendimi ifade de edemiyorum zaten. Günlüğüm lanetlenmeseydi keşke, orda takılırdım.
USBler kalbimi kırıyor.
Hemencecik kayboluyorlar, köşe bucak aranırken her elin boş kalışında akla gelen rezil fotoğraflar ve "Ya kırtasiyede unuttuysam, ya yolda düşürdüysem ve biri alıp baktıysa..." endişeleri. Sonra buluyorum bir yerde. Açıp temizlemek gerek. Bilgisayara taktığım anda zaten bilgisayar isyan ediyor, virüslü bu pis diyor ellemem diyor. Sonra yıllardır bir köşede duran USB parçasından çıkan msn konuşmaları ve fotoğraflar geçmişte ne kadar mutlu, ergen ve sivilceli olduğumuzu söylüyor.
Şimdi de mutluyum elbet ama o şuursuz mutluluğun, salak muhabbetlerin verdiği tat yok.
Öf be! Ne bu... diyebiliyorum çünkü şimdi. Eskiden kahkahalar atardım.
Bence cehennem alevlerden ibaret bir yer değil. Bence cehennemde; burdan Adana'ya giden uzun kuyruklar, jam olmuş akışkanlığından eser kalmamış trafik, bitmesine sonsuz sayma sayısı kalmış matematik dersleri, yavaş internet/bilgisayar, çok açken yemeğin bir türlü gelmemesi ve masayı dişlememek için kendini zor tutmak, telefonun o minik, anlık, küççücük "bip" sesine duyarlı hale gelecek kadar mesaj beklemek, beklenen mesajın boş çıkması, 3 farklı tişörtle desenli amele yanığı oluşması, 10. tırnağı yaparken bozulan french manikür, tam neden cevap gelmiyor derken telefonun şarjının bittiğini 3 saat sonra fark etmek, dişçide geçen sonsuz saatler fonda: "tamam bitti, tamam hiç acimicak bundan sonra", depresyonlardan depresyonlara sokan aralıksız post-rock yayını, soracak bir google yokken imla hatasıyla karşılaşmak, büyük bir huzurla yatağa uzanıldığında akla gelen piç ödev-trollface ödev, yatağa gitmek için bin bir güçlükle koltuktan kalkınca akla gelen duş ihtiyacı, en üşengeç anınızda reddemeyeceğiniz bir buyruk almak, saatlerce kambur oturup bunu fark etmek ve ardından düzelmeye çalışırken "lan lan lan dur lan" diye inleyen bel ve sırt bölgesi, ergenlerle vakit geçirmek zorunda kalmak, terli ve bunalmış halde uyanmak ama kalkacak gücü bulamayıp o halde kalmak, çorabın ıslanması. Her neyse. Daha fazla sayarsam cehenneme gitmiş kadar olacağım galiba. Eğer cehennem varsa bitmeyen, bitirilemeyen ve asla görüntülenemeyecek bir blog yazısı gibi bir yer olsa gerek.
Zamanı gelince buraya ayrıntılı bir Iñárritu yazısı yazmak istiyorum. Bunu hakkını vererek yazmak için evde maraton yapıp Amores Perros'muş, Babel'miş, 21 Grams'miş, Biutiful'muş hepsini oturup izlemem gerek en baştan. Ama bunu yapamam. Hayır hayır. Bu kadar çaresizliğe ve mutsuzluğa katlanabileceğimi sanmıyorum. Kaçak Çinli işçilerden başlayıp çölde mahsur kalan Meksikalı bakıcıyla bitirirsem yaşam enerjisi kalır mı? O yüzden Explosions in the Sky dinlemekten vazgeçip yatmaya gidiyorum. Umarım uyandığımda algılarım normale dönmüş ve beynim olumlu sıvılar üretmeye başlamış olur. Javier Bardem'in inanılmaz bir şekilde "gerçekleştirdiği" Uxbal'in yeri ise özel nedenlerden çok ayrı. Onu benimsememin sebepleri çok üzücü.
İstanbul'a gideceğini söylemeyen, hayatının kazığını atıp o akşam sessiz sedasız çekip giden bir arkadaşım var. Dönünce anlatacağı şeylerden dolayı sinirimi unutacağımı bilecek kadar da tanıyor beni. Ama olsun. Giderayak bana pislik yapmayacaktı. Eğer burayı okuyorsan internetin gelmiş demektir ve sana çok pis laflar hazırladım.
Önümüzdeki 3 gün boyunca Oğulcan, ben, Özgür ve Ayşe hocamız derslere girmeyip atölyeye kapanacağız ve resim yapacağız. Kendi resimlerimiz bitti, başkalarının tuvallerini tamamlama görevi bize düştü. Çünkü bazı insanlar atölyeye bile gelmiyorlar filan. Neyse. Ben bu 3 gün boyunca bir takım güzel insanları göremeyeceğime üzülecektim ki onları atölyeye atma fikri trollface şeklinde sırıtmaya başladı. eheh.
3-5 bilimsel konferanstan sonra mimar yerine biyolog olmaya karar verebilecek kadar oynak bir beynim ve hücre meraklısı bir kalbim var. Kök hücreler üstünde çalışsam var ya of. Ama en büyük amacım "apartmanda gürültü yapmanın yanlış olduğu" bilgisini daha bebekler doğmadan kafalarına yerleştirip daha sağlıklı nesillere vesile olmak. Bu amaca ulaşamazsam "tenhada çocuk kıstırıp dövmek" amacına ulaşıcam. Çaresizim.
Liseye başlamadan önce yaptığım bir liste vardı. O yaz çok işsiz olduğumdan günlüğüme resimler çizip saçma sapan kurgularla bezenmiş hayaller kuruyordum, yazıyordum filan. Neyse işte. Liseyi bitirince yapmış olmam gerekenler listesi gibi bir şey. Açtım okudum. Hani şakaysa çok komik gerçekse hiç komik değil durumları vardır. Şimdi ben, o zamanlar salağın, gerizekalının, boş beleş insanın önde gideni olduğuma mı; yoksa yarısından fazlası mantıklı olan, hala gerçekleştirmek için bir taraflarımı yırttığım planlara çok çok uzak oluşuma mı yanayım bilemedim. Bir de hayat beni çok yormuş. Yaşam sevincim varmış bir zamanlar.
Yaşladığımızda bütün bu bloglar, twitter hesapları, sınıfta çekilmiş ergen fotoğraflar, aşk acısından kıvranan postlar, kızgın göndermelerden ölecek sözler, takipçiler-takip edilenler, mesajlar, isteyince hemen bulabilmek için favorilere eklenmiş tweet ve fotoğraflar, ne bileyim burada depoladığımız her şey ne olacak? Mesela 3 torun sahibi kendi halinde gezip tozan ağzı bozuk bir anneanne olduğum zaman bu hesaplarım belki hala burada olacak ve tüm ergenlikleriyle, anlamsız dertleriyle okunmadan kalacak. Ne bileyim, 3 sene öncesinden yazdığım bir maili okumak bile çok garip geliyor. Neyse böyle şeyleri düşünmeye gerek yok aslında. Çünkü büyük ihtimalle ben anneanneyken internet toptan yasaklanmış, gezip tozma eylemleri engellenmiş, ağzı bozuk olmam cezalandırılmış olur. Ne bileyim torunlarıma anlatırım ancak "Yavrum zamanında msn vardı piii var ya saatlerce çıkmazdık. Sonra onun modası geçti, feysbuk sayfalarında geçti bizim lise yıllarımız. Sözlük okuya okuya çok gereksiz şeyler öğreniyordum o seneler. Komik video muhabbetleri vardı, izlemediysen dışlanırdın. Devlet Bahçeli'ydi tek eğlenceli siyasetçimiz."
Annemi ne zaman zorla markete yollasam kapıdan çıktığı anda 'Ya yoldayken ona araba çarparsa, ya kafasına konserve düşerse' diye paranoyalardan paranoyalara koşuyorum, lan diyorum ya tüm hayatımı vicdan azabı içinde annem olmadan geçirmek zorunda kalırsam? Yorgundu zaten iyice yordum kadını, ya benim yüzümden iyice bünyesi zayıflarsa diyorum. Saçma sapan. Sonra hemen el telefona gidiyor "Alo, anne? ha hala markette misin. Yok bir şey demiyeceğim. Ee şey... Süt almayı unutma tamam mı. Neyse. Hadi öptüm."
Bazı anlar kenar yanıkları gibi sona eriyor. Hani o fotoğraf karesinin tamamının çıkmasına izin vermeyecek şekilde kenarlar yanıyor ya, gerçek hayatta da çok güzel bir an bi anda sona erebiliyor. Güzel bir şekilde sona eriyor ama erkenden oluyor işte bu. Eh o anı güzelleştiren önemli bir ayrıntı tabi aniden bitmesi. Of. Mayıs ayı nazlanmaktan ölecek kıvamda olabilir, Güneş kendini göstermemek için kasım kasım kasılabilir ama sonuç olarak bahar mevsimindeyiz ve ben platonikliğin dibine vurmuş vaziyetteyim. Neyse.
Çok tatlı kuzenlerim var. Bana gelir ve "Bengisu sana bişey söylemem lazım." derler. O suratıma bakıp kelimeleri seçmek için duraksadıkları 0,7467 saniye içinde aklımdan evden kaçmalar, hayallerinin peşinden koşmalar, hamile kalmalar, intihara karar vermeler, birini öldürmüş olmalar, aşık olmuş olmalar gibi şeyler geçer ve bi an için hepsi ihtimal dahilinde görünür. Yutkunurum ve kuzenim lafa başlar. "Öhm... Bengisu ben bütün paramı bi çantaya verdim. ühühü" gibi bir şey çıkar sonunda. Önce derin bir nefes ardından "Niye o kadar kötü baktın, aklıma neler geldi? Bu muydu söyleyeceğin?" sitemleri gelir. Bugün ilk defa bundan farklı bir şey oldu. Aybüke "Bengisu sana bişey söylemem lazım." dedi ve anlattıkları aklımın hayalimin almayacağı, fantastik, anlaşılamaz şeylerdi. Eve nasıl geldiğimi bilmiyorum.
Bütün bloglarımın kaderi bu sanırım. Bi gazla başlıyorum yazmaya, sonra git gide azalıyor yazmalar. 'Araya 2 fotoğraf koyiim yeaa' diyen iç ses beni ele geçiriyor ve bir süre sonra o blog fotoğraflarda, resimlerden ve giflerden ibaret bir yere dönüşüyor. Tam minik bir görsel atacaktım ki buraya aman dedim yavaş gideyim. Daha çok yazı, daha az görsel.
Tüm derslerde, teneffüslerde ve okul sonralarında beraber vakit geçirdiğimiz Ece bir gün bana "Senle muhabbetimiz iyi değil çünkü sen metal dinlemiyosun." dediğinde kendimi hangi dağa taşa vuracağımı şaşırmış ve "öf konuşmayalım o zaman!!" diyip duygusal tepkinin Allah'ını vermiştim. Balık burcuyum ben, duygusaldan çok atarlı duygusal sendromundan dertliyim ama.
Birinin kalbimi kırması kötüdür. Basit. Nefret ederim, söverim hatta belki ağlarım filan ama sonuç olarak suç karşı tarafındır, ben elimden geleni yapmışımdır. Ama sevdiğim birinin kalbini kırmak çok daha fena dokunuyor bana. Hele de yıktığımı onarmadan aylarımı geçirmişsem. Gece rüyalarıma girmişse. Gün içinde sürekli aklıma gelmişse ama gerizekalılığın sınırlarını zorlayarak somut bir şey yapmamışsam. Sonra -bugün olduğu gibi- sokakta en sıradan anda onunla karşılaşmışsam kendimden nefret ettiğim saatler başlar. O kırgın yeşil gözler var ya ah o gözler... Bir hediye alıp kapıya dayanma vakti gelmiş.
Aslında burayı şarkı sözleriyle doldururdum. Ne yazık ki benim anlatmak istediklerimi başkaları (dilimi bile konuşmayan) çok daha güzel bir şekilde daha önceden söylemiş. Hatta bestelemiş ve sözcüklerin düzlüğünden kurtarıp müziğini bile yapmış. ( Bu üç cümleden sonra bloglarımı kapatıp dramatik bir melodi eşliğinde interneti terk edeceğimi sanıyorsanız yanılıyorsunuz tabii.)
Bugün o kar yağışının içinde sayabildiğim kadarıyla 72 kardan adam ve kardan kadınlar olarak dolmuş bekledik. Herkes önünü görmeye çalışmayı çoktan bırakmış dakikaları sayıyordu. Dolmuş geldi, ben dahil 23 kardan insan bindik ve bembeyaz yolda ilerlemeye başladık. İlerledik. 3 saat boyunca santim santim ilerledik. Ha bir kere de dolmuş rampayı tırmanmaya çalışırken kaydı. Beni asıl acıtan bu hayatımın sayılı tehlikeli anlarından birinde aklımdan geçen ilk şeyin yapmadığım ödevler olmasıydı. İnsan ailesini, arkadaşlarını hadi hepsini geçtim eski sevgilisini filan düşünür di mi? Neyse işte. Dolmuşta hiç sıkılmadım ama. Yanımdaki amcaların kazalar ve yollar hakkındaki yorumlarına katıldım ara sıra, hatıralarını dinledim. Onlar olmasaydı gözlerim dolardı benim. Neyse işte. Evdeyim. Umarım 2 hafta kar tatili olur da o 3 yorgun saatin acısını çıkarırım.
BUGÜN 18 OLDUM!
Ehliyet alabilir ve arabayı Adana'ya kaçırabilirim. (Beynim hala dümdüz çalışıyor tabii.)
Oy kullanacağım. Çok pis kullanacağım hem de.
Çılgın seks partileri verebilirim. Aybüke eve çıkmışken hem de.
1 sene sonra silah alıp lisemi ziyaret edebilirim.
Ama yapmam gereken tek şey sınava hazırlanmak, ders çalışmak, test çözmek.
Lanet olsun sana YGS...
ONSEKÖÖÖİİĞĞĞZ
Hani diyete girdiğin gün minik kek kaplarını bulursun, yazılıların başladığı gün fotoğraf makinesi alırsın, saçlarının en güzel ve parlak göründüğü gün deli gibi yağmur yağar, kardeşin ilk kitabını okumaya başlar ve o kitap da bilgisayar oyununun uyarlaması gibi bir şeydir, bütün güzel şeyler tek bir günde olacaktır ve seçme şansı o kadar da iyi hissettirmez, nöbetçi olacağın gün tüm ders kitaplarını getirirsin, senin köyünden bir kız Londra'da okumuş Harvey Nichols mağazasının müdürü olmuş İngiliz sosyetesiyle cilveleşmektedir, Britney Spears eskisi kadar güzel değildir... Öyle bir şey.
İşsiz olduğum yıllarda feysbukta bir araştırma yaptım. Uzun gözlemlerim ve zengin kaynaklarım sayesinde herkesin özellikle beğendiği bir tip olduğu sonucuna vardım. Sonra bu tipleri bir araya getirerek en sevilen özellikleri bulma yoluna gittim. Ama başaramadım çünkü kızların ayrıntılarına ve güzelliklerine o kadar kaptırdım ki kendimi, araştırmam yarım kaldı. Hangi tiplerden hoşlandığınızı biliyorum.
İlk doğduğu zamanlarda yadırgamış ve o 9-D ruhundan koşarak kaçmak istemiştim. Ama ben kaçmak istedikçe o ruh bana musallat oldu, kafama kapak fırlattı, omzuma mandalina kabuğu attı, defterimi patlatılmış şişeler ıslattı, dudak nemlendiricilerim meraklı 9-D ruhu müritleri tarafından mahvedildi. Kaçamayacak kadar yorulmuştum. İşte o zaman ben de tam hedefe isabet ettirecek şekilde iki parmağımın arasına sıkıştırarak kapak fırlatmayı öğrendim. Şişe patlatmada kapağa açı vererek istediğim adamı dumur etmeyi öğrendim. Mandalina kabuğu savaşlarında cephane hazırladım, çalınan çikolatalarımın peşine düşebilecek kadar güç topladım. Cam şişeyle hepimizi sağır edecek şekilde oynayan 9-D ruhu müritlerini susturacak kadar kötü bakmayı ve atarlanmayı öğrendim. Ders sırasında derinden gelen KIRK YAPAR ve NOBRAİN sesleriyle hiçbir zaman problemim olmadı tabi. Hatta son zamanlarda moda olan hayvan sesleri çıkarma akımını da gönülden destekliyor ve at kişnemelerine dudaklarımı ısırarak dayanmaya çalışıyorum Fatma Tunaboylu'nun gözlerinin içine bakarak. Asıl korkum tüm üniversiteli havamla (5 yıllık zorlu bir sürecin sonunda) amfiye girip yerime oturduğumda ve saçlarımı attırarak dersi dinlemeye başladığımda derinden gelen KIRK YAPAAAÖÖAO sesini duymam. 9-D ruhunun liseden sonra beni takip etmesi. Müritlere selamlar.
Bazı insanlar filmin sonu tahmin ettikleri gibi çıkınca veya kurgusu basit olunca filmi kötü olarak nitelendiriyorlar. "Sonunda ne olacağı çok belliydi, anladım ben. ne biçim film peeh" İyi de her filmde twist olacak, sonu çok şaşırtacak, hiç beklemedik şeyler ortaya çıkacak diye bir şey yok ki. Bunu yaparak karakterlerin güzelliğini, diyalogların derinliğini veya sadece görüntünün güzelliğini kaçırıyorlar. İlla bir akıl oyunu istiyorsan git zeka sorusu çöz di mi ama? Tüm keyfim de kaçar böylece.
Kış mevsimini neden bu kadar sevdiğimi anladım. Her sene sömestr tatilinde yani karların buza dönüştüğü, deli gibi ayaz olan, evden zar zor çıkılan günlerde ben hep Adana'da veya köyde oluyordum. Üstüme kardeşimin hırkasını giymişim, kolumun altına kitabımı sıkıştırmışım, elime de bir bıçak almışım ahşap merdivenlerden iniyor olurdum. Önce, Aybike ve/veya Ezgi'yle kendi ağaçlarımızdan portakal koparıp yerdik, Aybüke'de gelirdi, ayrı kaldığımız zamanlarda kimlerden hoşlandık, hangi hocalarla kavga ettik, hangi kitapları okuduk, nelere şaşırdık konuşuyor olurduk ve elimizden akan portakal suyunu dert ederdik en fazla. Sonra ellerimizi tulumbada yıkar ve kitaplarımıza çekilirdik. Bazen tavuklar ayağımıza basarak geçerdi. Sonra Efe ya da Eylül inerdi yanımıza, şebeklik yaparlardı, gülerdik. Hava yağmurlu değilse açık olurdu. Ilık ılık eserdi. Akşam olurdu. Annemler sobayı yakardı biz de içine anneannemin yetiştirdiği fıstıkları atar birbirimizin snake rekorunu kırmaya çalışırdık.
Ama ben bu sene gitmedim tabii, Ankara'da kaldım. Artık kışı sadece bir kısmını Adana'da geçirdikçe seviyorum. Onları deli gibi özlemişim.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)